Akıl ve Ahlak ilişkisi
Akıl ve ahlak arasında olduğu iddia edilen ya da olması umulan ilişki çok eski tarihlerden itibaren insanların üzerine düşündüğü, bu kadim soruna çeşitli yanıtlar verme çabalarına giriştiği bir konudur. Akıl denilen özelliğin nasıl bir yapısı olduğu, nasıl kullanıldığı; ahlakın ne olduğu, nasıl oluştuğu gibi konular yüzlerce ve hatta binlerce yıldır cevapları aranmakta olan sorulardır.
Düşünce/felsefe tarihindeki pek çok sorun üzerine yapılan düşünsel soruşturmada olduğu gibi, bu konu özelinde de Aristoteles ciddi bir referans kişidir, onun eserleri başvurulacak kaynakların üst sıralarında gelmektedir. Antik Yunanlılar bugün bizlerin akıl demiş olduğumuz insani yeti için ‘nous’ [Νους] diyorlardı. Aristoteles’e göre bu insani haslet, insan türü için karakteristik bir yandı. İnsanın, kendi hareketlerini akılsal bir yapıya sokması, onlara bir çeşit düzen verebilmesi, akıl yürütme yeteneği ve aklını kullanması, bitki ve hayvanlardan türsel olarak ayrılmasını sağlayan özelliklerdir (Ruh Üzerine). Bu tanımlardan sonra şöylesi bir çıkarım yapılabilir gibi görünmektedir. Akıl, olup biten şeyleri tasnif etmeyi, belli bir kurallar silsilesine göre düzene koymayı, onları işletmeyi ve mantıksal çıkarımlar yapmayı sağlayan insani bir yetidir. Çeşitli Batı dillerinde ‘reason’ veya ona benzer kavramlarla karşılanan akıl yetisini, ‘reason’ın aslî anlamları arasında olan ‘sebep’in kapsamından da ayrı olarak düşünmemekte fayda vardır. Akıl, bir şeyi sebebiyle birlikte bilmek, onu temelinden anlamaktır. Bu yalnızca etimolojik bir tesadüf değildir, Antik Yunanda başlayan bir düşünce geleneğinin yansıması olduğu için önemlidir. Antik Yunanlılar için bir şeyi bilmek demek, onu nedenleriyle birlikte bilmek, anlamak demekle aynı şeydir.
Kuşkusuz bugün artık başka türden canlıların da çeşitli (gözleme dayalı) akılsal faaliyetlerin içerisinde olduğunu, sözgelimi yalnızca gagasıyla erişemeyeceği bir yemi almak için kutunun yanında duran çubuğu yeme erişebilmek için kullanan ya da basit de olsa bir düzeneği işleterek yeme erişen kargaların olduğunu; ceviz, fındık gibi sert kabuklu yemişleri yerken, o yemişleri ağızlarıyla kırmak yerine taşlarla kıran maymunların olduğunu biliyoruz. Ancak bunlar yine de yukarıda tarif edilen sistematik sürecin içerisinde (henüz) olamayan örneklerdir.
***
Aklın genel bir çerçevesini oluşturduktan sonra, Ahlak alanına doğru geçiş yapabiliriz. Yine Aristoteles üzerinden devam edelim: Aristoteles, Nikomakhos’a Etik başlıklı Ahlak Felsefesi derslerinin/araştırmalarının klasik okuma metinlerinden olan kitabına şöyle başlamaktadır: “Her yetenek ve araştırmanın ve aynı şekilde her eylem ve rasyonel seçimin, iyi bir amacı hedef edindiği düşünülür. Ve böylece iyi, uygun olarak her şeyin amaçladığı [şey] olarak tanımlanmıştır.” [1094a]. Ahlak üzerine olan araştırmalar Aristoteles’in de işaret ettiği gibi ‘iyi’ kavramından hareketle başlamakta, kişi için iyi olan, toplum için iyi olan gibi alt başlıklarla birlikte genişleyerek seyrini bulmaktadır. İyi, yapılmasının sonucunda var olanlar arasına olumlu anlamda katkı yapacağı düşünülen eylemlerin bütünüdür diyebiliriz. Türkçedeki bir deyimle karşılarsak, “taş üstüne taş koymak” deyimindeki arka plan ‘iyi’nin karşılıklarından biridir. Aristoteles’in sisteminde iyi ve ahlak kavramlarıyla doğrudan ilişki olan bir diğer ise erdemdir. İki farklı uç/kutup arasında orta noktayı –her zaman aritmetik bir orta gerekmez burada- oluşturan eylemlerle ulaşılabilecek olan kural ve deneyimlerin sonucunda ortaya çıkan bu kurala uymak, ahlaki erdemdir.
Ahlak ve aynı zamanda iyi, ancak ve ancak insanlar arasındaki ilişkilerin seyri içinde sınanabilecek olan şeylerdir. Hiçbir ilişkisellik içerisinde olmadan, toplumsal alanın sınır ve kurallarından izole bir tarzda ‘eylerken’, ahlaklılıktan ya da iyilikten söz etmek, çok basitçe kulağa bile tırmalayıcı gelen, ayakları yere basmayan bir sav olacaktır. En genel anlamıyla ortada bir eylem yoksa ahlak ve iyi’ye dair bir ölçüt de yoktur orada. Bu bağlamda Aristoteles Etik kitabında bir mağaranın içinde, dış dünyada olan biten şeylerden izole bir şekilde “ben en iyi atletim” demenin hiçbir anlamının olamayacağını belirtmektedir. Kişi ister bir spor müsabakasında isterse etiğe dair bir alanda ‘iyilik’ iddiasında bulunuyorsa, bunun sınanabilir bir alanın içerisinde dile getiriliyor olması gerekmektedir. Zira aksi durumda, bu farazi bir şey konumuna düşerek anlamını yitirmekte, eş zamanlı olarak da önemsizleşmektedir. Bu alandaki her bir iddia pratik olarak yapılanlarla bir nevi testten geçmektedir. Akıl bu ‘testi’ oluştururken, testin ölçütleri süreç içerisinde belirmekte ve sonucunda ahlaki bir değerlendirmeyle yargıya varılmaktadır.
Yukarıdaki her iki konu hakkında da, Aristoteles’ten yaklaşık iki bin yıl sonra yaşamış olan Immanuel Kant (1724-1804), modern tartışmalarda merkezi bir figür haline gelmiştir. Neyi bilebilirim, ne yapabilirim, neyi umabilirim soruları onun hem epistemolojik hem de etik alanda hareket noktalarını özlü bir biçimde ortaya koymaktadır.
1784 tarihli Was ist Aufklärung? / Aydınlanma Nedir? başlığıyla yayımlanan ünlü makalesinde Kant, aydınlanmayı kişisel bir düzlemde ele alındığı zaman, ergin/olgun olamayış halinden çıkmak, artık yetişkin bir birey olarak varlık iddiasında bulunmak olarak tanımlamaktadır. Kant’a göre Aydınlanmanın mottosu [Wahlspruch] şu olmuştur: Sapare aude! Yani anlayış/anlama gücünü [Verstandes] kullanmaya cesaret et! Aklını kullanmak ve hatta onu kullanmaya niyet ederek bir istikamete girmek bile, Aydınlanma döneminin sembol filozofu için önemli bir iştir.
Girişimin kendisi neden önemlidir? Çünkü kişinin kendi halinde, kendi kendine yetebilen bir kişi olması tarih boyunca desteklenir bir şey olması bir yana, önü kesilen bir şey olagelmiştir. Tek başına ayakta duramayacağı, yürümeyi ise hiç beceremeyeceği inancı kişilere zerk edilmiş, kişiler yetersiz ve aciz olduğuna ikna edilmiştir. Oysa insan, belki ilk denemelerindeki birkaç düşüşten sonra tam olarak kendine yeter duruma gelebilecek ve destek almaksızın yalnız başına yürümeyi başarmış olacaktır. Yeter ki, kişi kendi kabiliyetlerini ortaya koyabilmenin öncelikle zemini ve imkânını bulabilsin ve kendine bu anlamda inanabilsin, bir kudret sahibi olduğunu anlayabilmesi için, öncelikle kudretsiz, kabiliyetsiz bir mahlûk olduğuna dair üretilen karşı propagandayı kırabilmesi gerekmektedir. Eyleme alanına girdikçe, eyleyen bir otonom özne olarak kendini zaman içerisine inşa edebilecektir. Akıl kullandıkça daha işler hale gelecek ve istikametini kendi tayin edebilecektir.
Kant adı geçen makalesinde bugün için de son derece önemli olan bir ayrım yapar: Aklın özel olarak kullanımı ve aklın kamusal olarak kullanımı ayrımıdır bu. Aklın özel olarak kullanımı, eyleyen bir öznenin, kendisi olarak bir hizmeti ya da görevi yerine getirmesidir Kant için. Aklın kamusal [Öffentlich] kullanımı ise, bir araştırmacının, bir akademisyenin ya da daha klasik bir tabirle bir bilginin bildiklerini onu takip edenlere sunması, bilgilerini onlara aktarması halidir. ‘Kamu’nun önünde kamunun parçası olan insanlara bir aktarımda bulunma halinin kendisi, aklın kamusal bir biçimde kullanılmasının iyi birer örnekleridir. Hemen hatırlayalım, ahlak da akıl da kamunun gözlerine kendisini sunarak sınanmaktaydı. Aristoteles’in “ancak eylem anında sınanabilir” olarak gördüğü iyi olma iddiası, Kant düşüncesinde de aklın bir biçiminin tanımı olarak karşımıza çıkmaktadır diyebiliriz. Bu da felsefe tarihindeki tematik sürekliliklerden ve ortak aklın ürünü diyebileceğimiz çıktılardan biri olsa gerektir.
***
Son olarak denilebilir ki, düşünsel evre olarak girilen aşamada, çeşitli biçimleriyle aklın yıkıldığı, tutulmaya maruz kaldığı, artık bir işlevinin olmadığı gibi savlar her ne kadar ana akımlaşıyor gibi görünse de, akletme yetisinin kendisinin son derece kıymetli bir özellik olduğu, düşünce tarihinin ürünleri olarak görülen sorunların çıkış yolunun, çözüm önerilerinin de ancak ve ancak akıl yeteneği sayesinde olabileceğini görmek çok zor değildir. Hakeza ahlak alanında da ‘genel ahlak’ın kendisi dolayımıyla gelen bir sıkışmışlık ve kriz hali var gibi görünse de, kavramın özünün içindeki kıymetli çekirdeğin gerekliliği de, akıl kavramının kıymet ve gerekliliği kadar sarih bir biçimde ortadadır. Kavramlar etrafındaki eleştirel tartışmalar kavramların çöpe atılacağı gibi bir uçuk sonuca varmadığı sürece, düşünsel gelişime esaslı katkılar yapabilecektir. Ünlü örnekle, duştan sonra, kirlenmiş suyla birlikte bebeği de dökmek gibi bir istikamete giren tarz ise, özü ıskalamaya mahkum gibi görünmektedir.
KAYNAK:
– Aristotle, Nicomachean Ethics (Translated and edited by Roger CRISP), Cambridge University Press, 2004.
– Aristoteles, Ruh Üzerine (Çeviren: Zeki Özcan), Sentez Yayıncılık, 2014
– Kant, Immanuel, Political Writings (Translator: H. B. Nisbet), Cambridge University Press, 1991
– Kant, Immanuel, ‘Was ist Aufklärung? https://www.rosalux.de/fileadmin/rls_uploads/pdfs/159_kant.pdf (21.07.2018, 01:39)
Bizi takip edin: