Akıl ve Anlama Yetisi İlişkisi
Modern felsefenin başlangıç figürleri arasında gösterilmekte olan Descartes’ın ünlü “cogito ergo sum / düşünüyorum, o halde varım”ıyla birlikte akılsal olanın üstünlüğü ve belirleyiciliği etrafındaki araştırmalar yoğunlaşmıştır. Yaklaşık olarak bununla eş zamanlı olarak akıl denilen yetinin ne olduğu, bilgilerin ona nasıl işlendiği, aklın (İng: Reason; Alm: Vernunft) ve onunla doğrudan ilgili olarak anlama yetisinin (İng: Understanding; Alm: Verstand) kökenlerinin ne olduğu etrafındaki tartışmalar, 17. yüzyılda ve 18. yüzyılda İngilizce konuşulan dünyada asli gündemlerden biri olagelmiştir.
Bu bağlamda iki filozof, İngiliz John Locke (1632-1704) ve İskoç David Hume (1711-1776) isimleri öne çıkmaktadır. Her ikisinin de konuya odaklanan çalışmalarının başlıkları bile neredeyse aynıdır: Locke’un çalışması “An Essay Concerning Human Understanding / İnsanın Anlama Yetisine İlişkin bir Deneme”dir, Hume’unki ise “An Enquiry concerning Human Understanding / İnsanın Anlama Yetisine ilişkin bir soruşturma”dır. Her ikisi de akıl ve anlama yetisine dair hem felsefi hem de aynı zamanda çeşitli biçimleriyle psikolojik veçheleri de olan klasik epistemoloji çalışmalarıdır diyebiliriz.
John Locke bu alanda özgün bir filozof olarak felsefe tarihinde hala yerini muhafaza eden bir filozoftur. Onun katkıları bilginin kökeni, bilginin nasıl oluştuğu, kişilerin belleklerinde bu bilgilerin nasıl yer edindiğine dair, erken bir dönemin esaslı çalışmalarının ürünleridir. Locke’un düşüncesinde ‘ide’ kavramı merkezi bir noktada durmaktadır. Onun için ide denilen ve oldukça basitleştirme pahasına, şeylerin taslakları, öz halindeki ve zihindeki karşılıkları diyebileceğimiz şeyler, deney yoluyla edinilmiş olan ham haline bilginin nüveleridir. Locke’e göre bütün bildiklerimizin kökeninde bu deneyimden kaynaklanan eylem vardır ve bilgilerimiz buradan türemişlerdir. Doğuştan, beynimize tohum olarak bırakılmış herhangi bir bilgi ya da yeti yoktur –Locke’tan önce bu görüş de savunulmaktaydı-. Anlama yetimizi güçlendiren, onu besleyen şeyler de, bu süreç içerisindeki gözlemlerimizin bütünüyle birlikte oluşmakta ve gelişmektedirler.
Bir insanın bir kavramı bir şekilde edinmiş olması hali duğu ya da bir sözcüğü anladığını söylüyor olması, onun o kavramı nerede ve nasıl kazandığını araştırarak değil, onu nasıl kullandığına bakarak denetlenir denilmektedir. Tıpkı renklerde olduğu gibi, kişi için renk ancak bir deneyim olarak vardır, mümkündür. Bu bağlamda klasik bir problem olarak, doğuştan görme engelli insanların, renk denilen şeyleri zihinsel olarak algılayıp algılamayacakları sorunu vardır ve bu düşünsel arka plan üzerinden gidilirse, ilgili herhangi bir şeyi hiçbir şekilde deneyim etmemiş bir kimse, o şeyi algılamayacaktır. Yani (doğuştan) görme engelli birinin zihninde renk kategorisi deneyim dünyasının, sınırlarının ötesinde olduğu için kendisine yer edinemeyecek, bir anlam ifade etmeyecektir. Ancak Hume bunun aksini iddia etmektedir, çeşitli tereddütleri olsa da, o kişide mavi renginin idesinin bulunabileceğini, bunun psikolojik faktörlerinin de olabileceğini ima etmektedir.
Elbette insanın zihni çeşitli ciddi potansiyelleri içerisinde barındırmakta ve gelişebilme kudretine sahip olma iddiasındadır da. Nitekim zihin, yapısı itibarıyla parçaları birleştirme, çeşitli özellikleri olan şeyleri soyutlama, mukayese etme vb. özelliklerinin dolayımıyla yeni ideler oluşturabilme gücüne ve yeterliliğine sahiptir. Bu aynı zamanda ide denilen şeylerin, hem doğuştan gelen sabit şeyler olmadıklarının hem de içeriğinin insanın öz çabalarının sonucunda genişleyebildiğinin göstergeleridir denilebilir. İşte bütün bu çabaların bir sonuç ve yansıması olarak algılama denilen yeti de gelişebilmenin zeminini bulmuş olacaktır. Akıl, anlama için gerekli şeylere sahip olmasıyla ve pratik halinde olarak anlama yetisinin gelişimini sağlamaktadır.
Locke için bu noktada dil kavramı kendini adeta doğal olarak ortaya çıkarmaktadır, zira bilgilerin aktarılmasında en asli araç dildir. Kitabındaki ‘sözcükler üzerine’ bölümünde, ideler tartışmasının bir nevi devamı olarak sözcüklerin kökeni tartışmasını yapmaktadır. Locke için sözcüklerin düşüncenin iletimini sağlamak gibi merkezi bir işlevi vardır. Şöylesi şemalaştırırsak: Akıl tarafından deneyim ile elde edilen ideler ve sözcükler dil kazanımı ile idrak düzeyine çıkabilmektedir. Uzunca bir zamandır dilsiz insanların da iletişim kurduğunu, anlaştığını, akli kapasitelerini geliştirdiğini biliyor olsak da, bütün bir uygarlık tarihi için dilin önemli bir araç olduğunu yine de yadsıyamayız.
Adlar hem akıl gereği hem de zorunluluk itibarıyla genel şeylerdir. Özel adlar üzerinden teorik bir herhangi faaliyetin içerisine girmek de pek olası değildir, zira aklın kullanımının en saf hali olan bilimsel çalışmalar, genel olanı aramakta, onun teorisinin peşinden gitmektedir. Locke bu noktada, genel adların neler olabileceğini, nasıl oluştuğunu da soruşturmakta ve aklın kullanım araçlarının oluşumunda idelerden başlayarak genel sözcüklere değin bir rotayı takip etmektedir.
Sonuçta Locke, akıl ve anlama yetisi üzerine olan araştırmasını, en temeldeki yapı olarak gördüğü bilgi nüvelerinin oluşumundan başlatarak, en makro düzey denilebilecek olan bilimlerin tasnif edilmesi vurgusuyla sonlandırmaktadır. Yapmış olduğu çalışmanın, çağdaş epistemoloji açısından bir takım noksanları olsa da, ele aldığı konuların özgünlüğü itibarıyla önemini hala korumaktadır.
Locke’tan sonra David Hume benzeri sorunlar etrafında çalışmaya devam etmiştir. İnsan doğası, aklın işlevi, nedensellik gibi konularda çalışmalarını ortaya koymuştur. Hume aynı zamanda modern dönemin büyük filozoflarından Kant’ın “beni dogmatik uykumdan uyandıran kişi” olduğunu söylediği bir düşünürdür. O yukarıda adı geçen ünlü eserinin amacı olarak insan doğasını ya da başka bir ifadeyle insanın zihinsel yapısını araştırmak olarak ortaya koyar.
Düşünme, hissetme, algı gibi zihinsel yetilerin kökenini araştırmaktır temel amacı. İtibarını kaybettiğini söylediği felsefenin –ortaçağı da kastediyor olsa gerek-, ancak böylesi konular etrafında yetkin açıklamalarıyla kaybettiği o itibarı elde edebileceğini, insanın zihni kapasitelerinin ne’liğini ve onların sınırlarını koyucu bir tarzda çalışmanın bu itibarı geri getirebileceğini söylemektedir. Daha teknik bir ifadeyle Hume’a göre bu “insan doğasının bilimi” ile mümkün olacaktır. Bugün bu arzu edilen insan doğası biliminin kendisine tek bir alan belirlemek zor olsa da, felsefe, psikoloji ve tıp alanlarının kesişim bölgelerinde oluşabileceğini söylemek herhalde çok yanlış olmayacak gibi görünmektedir. Ki zaten Hume’a göre bilimlerin neredeyse tamamı da, aslında insanla ilgilidir, ancak onu araştırma süreçlerinde ele alma biçimleri, kısmen yakınlıklarını ya da uzaklıklarını tayin etmektedir. Hume özgün bir kavramla bu duruma “insan doğasının fethi” üzerinden gelmekte ve karmaşık gibi görünen alandan çıkış yolu olarak akıl ve anlama yetisi üzerine soruşturmalar yaparak çıkmanın mümkün olabileceğine inanmaktadır. Bilimin deney ve gözlemlere dayandığı gibi, tüm bilimlerin kendilerine alması gereken zeminde de insanın doğası üzerine yapılan araştırmalar bulunmalıdır. Tüm biçimleriyle insan ve onun doğası üzerine ortaya atılacak sorular, bilimsel çabaların odağında yer almalıdır. Çalışma nesnesi insan olduğu zaman, çeşitli bilinmez durumlarla karşılaşmak olası olsa bile, bu bilimsellik çabasının kendisine halel getirici bir şey değildir Hume’a göre. Akıl ve anlama yetisi kavramları da insan doğası etrafındaki araştırmaların ana teması durumunda olacaktır.
Bu iki klasik filozofun söyledikleri doğrultusunda denilebilir ki, akıl ve anlama yetisi kapasitesi insan için karakteristik önemdeki iki belirleyici güçteki özelliktir, faaliyet halinde oldukça sınırlarını zorlamakta ve böylece tam bir yetkinliğe erişebilmesi de mümkün olmaktadır. Akıl yetisi kişinin kendini özgün bir varlık olarak ortaya koyarak gerçekleştirmesini ve böylece yaşamın seyri içerisinde önemi hiç de az olamayan mutluluk amacına doğru yönelmesini de sağlayabilecektir. Anlama yetisi ise karşı karşıya kalınan çetin durumlarla önce başa çıkmayı sonra o soruna yönelik çözüm önerileri getirmeyi sağlayan akli yetenektir, insanın türsel özgün kabiliyetidir. Denilebilir ki insan, gerek bedensel sağlığı gerekse de ruhsal sağlığı açısından, bir anlamıyla sorunlara aklının verdiği güçle çözüm önerileri getirebilen canlıdır –Marx, insanlığın önüne çözülemeyecek sorunlar çıkarmadığını vurguluyordu bir yerlerde-. İşte bunu sağlayan en temel iki insanı kabiliyet, önce olması gereken zemin olan akıl, sonra ise onu işleyerek, çalıştırarak adeta parlatan anlama yetisidir.
Günümüzde bu iki yetinin çeşitli zaman dilimlerinde sonuçları facia boyutlarına değin varan negatif kullanımları yüzünden –mesela ‘aklın’ ürettiği savaşlar ve kitle imha silahları- (zaman zaman haklı) eleştirilere maruz kaldığı açık olsa da, bu iki yeti olmaksızın insanlığın insanlık sınırları dâhilinde kalarak canlılığını sürdürmesi de pek olası görünmemektedir. Negatif kullanımlar öze dair bir vazgeçmeyi ya da radikal bir kopuşla irrasyonel bir düzleme itilmeyi hiçbir şekilde gerekçelendiremez, bu iki yeti güncellik ve gereklilik bağlamında elzemliğini eleştirilerinden de beslenerek muhafaza etmektedir hala.
KAYNAK:
– John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme (Çev:Vehbi Hacıkadiroğlu), Ara Yayıncılık, 1992
– David Hume, An Enquiry Concerning Human Understanding, Oxford’s World Classics, Oxford University Press 2007
Bizi takip edin: