Bir Paranoya Öyküsü: Sarı Civciv ve Kamyon…
Henüz on sekiz yaşında değildi. Sorsalar “Çocukluğumu hiç yaşamadım ki!” derdi. Ayakkabı boyayarak hayata atılmıştı ki daha yedi yaşındaydı o zamanlar. Çok değişik işlerde çalışmıştı. Berber çıraklığı, Adana’da mevsimlik ırgatlık. Çaycının yanında getir götür işleri falan.
Ama bu son işi adamakıllı bir işti canım. Kamyonda muavinlik kime nasip olurdu? Zeki bir gençti. Motor sesiyle hemhal olacak kadar ustalaşmıştı. Hem de birkaç ay içinde. Oldukça kısa bir zamanda şoför Ahmet’in sevgisini, daha önemlisi de güvenini kazanmayı başarmıştı. Ahmet usta o kadar güvenir oldu ki, bitmek bilmeyen yollarda uyuklamaya başladığında direksiyonu Mehmet’e teslim eder hale gelmişti.
O gün yine uzun bir Akdeniz nakliyesinde on tonluk yükle Toroslara vurmuş ağır ağır ilerliyorlardı. Kamyonda ikisi vardı. Müslüm Baba’nın sesi sonuna kadar açıktı. İkisi de ona hayrandı. Kamyonun camları açıktı. Motorun kesif yağ-mazot karışımı kokusunu bastıracak denli tazelikteki çam ağacı kokuları ikisini de mutlu etmeye yetiyordu. İkisine de “Hayat yaşamaya değer!” dedirtiyordu.
İkindi vakti gelmişti. Antalya il sınırlarındaydılar. Ufak bir kasabadan geçerken, Ahmet Usta mola vermeye karar verdi. Sıcak, tavşankanı bir çay iyi gelecekti.
Ahmet Usta fırsat buldukça namazını kılan dindar bir adamdı. Kırklı yaşların sonunda elleri nasırlı, zayıf ve yorgun bir insandı. Konuşmayı pek sevmezdi. Konuştuğunda da daha çok yolculuk anılarından bahsederdi. Mehmet’in dikkatle kendisini dinlemesi ustaya değerli hissettirirdi. Kamyoncu çorbacısında olduğu gibi… Mehmet de ustasına eşlik etmiş, o da namaz kılmıştı. Ustanın gözüne girmek, onun tarafından sevilmek o kadar önemliydi ki! Doğrusu Mehmet babasız büyümüş gibiydi. Babasıyla hemen hiçbir hatırı sayılır iletişimi olmamıştı. Çünkü baba hamaldı ve gece geç saatlere dek sırtında ağır yük taşır, eve geldiğinde iki lokma aşını yer ve yatardı. Altı çocuk, bir de kadının sorumluluğu cabasıydı. İyi bir adamdı baba, ama dediğimiz gibi iletişimsiz bir ilişkileri vardı. Kim bilir belki de Mehmet, ustasında babasını arıyordu ve ne mutlu ki galiba buluyordu da!
Çaylarını içmiş, sohbet ederek çorbacıdan yola koyuldular. Çok sürmeden Ahmet ustayı uyku sardı. Direksiyonu muavinine bıraktı. Büyük bir zevkle kamyonun başına geçti Mehmet. Kamyon Toroslardan aşağı doğru fren sesleriyle, ıhlaya tıslaya iniyordu. Teyp açık değildi. Açamıyordu. Ahmet Usta uyansın istemiyordu. Usta koltuğun arkasındaki zulaya yerleştirilmiş battaniye ve yastıklı aralıkta derin uykudaydı.
Bir ara sarı bir tosbağa kamyonu geçmeye başladı. Mehmet’i bir şeyler dürttü sanki. Ufak otomobille oynamaya, daha doğrusu eğlenmeye karar veriverdi. Arkasındaki yüke aldırmaksızın vitesi boşa aldı. Kamyon aniden ivme kazandı. Tosbağa yaşlı bir arabaydı. İçinde beş kişi ve ön bagajında taşıdığı onca valizle tatile çıkmış ilerliyordu. Kamyonu rahatlıkla geçeceğinden emindi. Zira o ana dek kamyon ikinci viteste çok ağır ilerliyordu. Ama Mehmet vitesi boşa alınca tosbağa kamyonla kafa kafaya kaldı. Geçemiyordu. Yol tek şeritliydi. Karşından bir araba gelse yaşlı otomobilin kaçacak yeri yoktu. Otomobil motoru patlatırcasına zorluyor, bir yandan kornaya basıyor, bir yandan da sağ tafta oturan genç bir kadın elleriyle işaret veriyordu. İşaretler kısa zaman sonra yalvarmaya dönüştü. Zira otomobil fren yaptığında Mehmet de frene basıyordu. Sonuçta tosbağa ne kamyonu sollayabiliyor, ne de arkasına geçebiliyordu!
Sanki o Mehmet gitmiş yerine bir canavar gelmişti. Nasıl eğleniyordu! Ama akıl almaz bir zevk alıyordu. Suratındaki acımasız sırıtma zavallı genç kadının ümidini iyice kırmıştı. Nihayet ikisi beraber keskin bir viraja doğu ilerlemeye başladılar. O sırada kamyon üzerindeki yükü hissettirmeye başladı. Mehmet’i korku sardı. Çünkü tam o sırada Ahmet Ustanın horultusunun kesildiğini fark etti ki kulağı arka tarafta ustasındaydı. “Ya uyanırsa!” diye düşünüp, ilk fırsatta tosbağanın arkada kalmasına izin vermeye karar verdi. Ve tam viraja girerken istediği oldu. Bütün bunlar sadece bir dakika içinde olmuştu. Ama sanki bir ömür sürmüştü. İçinden “Ya sarı civciv arkada kalmak yerine sollamaya niyetlenseydi!” diye geçirdi. Zira tam o sırada karşıdan bir otobüs tırmanmaktaydı.
Allah korumuştu. Ve fakat Mehmet’in dizlerinin bağı çözülmüştü bir kere. Tüm vücudu korkudan titriyordu. Direksiyona neredeyse hâkim olamayacak haldeydi.
Nihayet denize ulaşmışlardı. Usta uyanmıştı. Olan bitenden tamamen habersizdi. Vakit akşam olmuştu. Yine bir lokantada durmaya karar verdiler. Lokanta hemen sahildeydi. Mehmet titremesine hâkim olma çabasında, kamyondan indi. Üstünün başına çok kirlendiğinden şikâyetle denize girmek istediğini söyledi. Aceleyle kamyonun arka tekerine takozu yerleştirip koşar adım ustadan uzaklaştı. Soyundu, elbiselerini bir çam ağacının dibine bıraktı. Ve kendini Akdeniz’in ılık sularına bıraktı.
Mevsim yaz başlangıcındaydı. Mehmet hala korkuyor ve dehşetli suçluluk duyuyordu. Tövbe etti. Ve boy abdesti aldı. Böylece korkusundan ve vicdani yükten kurtulacağını düşündü.
Denizden çıktı. Anadan üryandı. Etrafta hiç kimse yoktu. Dualarından sonra rahat hissediyordu ki, elbiselerini bıraktığı yerde bulamadı. Sahil birbirine benzeyen birçok çam ağacı ile doluydu. Başka hiçbir bitki yoktu. İğne yapraklar ayaklarının altında kayıyordu. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Sürekli öten cırcır böcekleri susmuş, etrafı derin bir sessizlik almıştı. Yüreği ağzına gelircesine bir korkuya kapıldı. Birilerinin kendisini takip ettiğini düşünmeye başladı!
Yalnızdı, korumasızdı, çırılçıplaktı ve dehşetli korku içindeydi.
Mehmet panik, paranoya karışımı bir ruhla böylece tanışacaktı.
Bizi takip edin: