Coğrafya, İnsan ve Değişim
Her birimiz belli bir coğrafi bölgenin sınırları içerisindeki bir alanda doğuyoruz, doğduğumuz yerle aynı ya da başka bir yerde büyüyoruz, yaşıyoruz ve nihayetinde bütün canlılar gibi ölüyoruz. Coğrafya konusunun gündem haline geldiği çeşitli düzeylerdeki sohbetlerde, bazı karamsarlık dönemlerinde daha yoğun bir biçimde olmak üzere, “coğrafya kaderdir” aforizması türünden çıkışlar da genellikle karamsar bir biçimde hemen peşi sıra geliyor; “kader” kavramının ilahi erişilmezliği ile de birlikte onun değişmezliğine işaret ediliyor. Ancak bu, bence yanlış bir genel kanıdan fazla bir şey değildir. Neden mi? Açıklamaya çalışalım.
Bütün bir uygarlık tarihinin en keskin dönüşümlerinin ürünü olan bir çağda ve onun belirlediği toplumsal koşullarda yaşıyoruz. İçerisinde yaşadığımız bu yeni dünya coğrafi alana dair sabitlik kategorileriyle, bir takım değişmez özelliklerle değil, hatta bunun tam aksi yönde bir yapıda şekilleniyor, bizler de onun içinde yaşıyoruz. Hem bireysel hem de toplumsal düzende taşlaşmış, katı bir hale gelerek donup kalmış bir toplumsal düzende yaşamıyoruz. Bu durum en azından bugünün toplumsal ilkelerinin son halini aldığı son iki yüz yıl için tartışmasız bir gerçektir. En gündelik düzeyde bile, modern toplumların eğitim, çalışma, daha iyi bir hayat koşulu başta olmak üzere çeşitli nedenlerle yer değiştirme üzerinden oluştuğu söylenebilir. Örneğin büyükanne-büyükbabasıyla aynı yerde doğmayı ya da yaşamayı geçtim, bizzat kendi anne-babasıyla bile aynı yerde doğan veya yaşayan kişilerin oranı pek çok ülkede ortak bir veri olarak oldukça düşüktür. Bu ortak durum da toplumsal hareket ve yaşam alanının değişiminin son iki yüzyılın en karakteristik özelliği olduğunun ana bir göstergesi durumundadır. Modern tarih bize coğrafyanın “kader”le özdeş görülen bir donmuşluk halinde olmadığını, insanın hem coğrafyasını hem de onunla birlikte iç ve dış dünyasını değiştirip dönüştürdüğünü hepimize göstermektedir. Son iki yüz yılın altüstleri “coğrafya kader değildir” demektedir adeta.
Bu bağlamda 20.yüzyılın en etkili şairlerinden biri olan –ve ne şanslıyız ki Türkçe yazan- Nazım Hikmet Ran’ın “Fevkalâde Memnunum Dünyaya Geldiğime” şiirinde coğrafi genişlik ve onun tersine duygusal-düşünsel yakınlık konusunu vurgulamak için şöyle tarif edilmektedir:
“Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var.
Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.”
Nazım Hikmet tamamı güçlü ifadeler barındıran güçlü şiirinde coğrafyaların farklılıklarına rağmen, aynı türün mensubu, çeşitli küçük ayrımlara rağmen benzeri toplumsal işleyişin parçaları olmaları itibarıyla ‘İnsan’ın ortaklığı üzerinden uzaklıkları ve coğrafya ayrımlarını silikleştirmekte ve ortak noktaya işaret etmektedir. Tür olarak insan farklıkların ötesine geçen bir ortaklığı içerisinde her zaman barındırmaktadır.
Coğrafya gerçekten insanlar için en belirleyici temel bir özellik midir? 19.yüzyılın Almanyalı filozoflarından Hegel’in bu konu üzerinde ısrarla durarak verdiği bir yanıt vardır. Hegel’e göre Yunan ozan Homeros’un etkili cümlelerinin arkasında yaşadığı bölgenin iklimi –yani coğrafi bir özelliği- vardır demek yanlıştır. Demek ki Hegel’e göre coğrafya ya da iklim insan için, insanı belirleyici bir forma sokan en önemli şey değildir. İnsan için en belirleyici olan özellik coğrafya gibi bir takım ‘doğal’ ve de kişinin iradesinin ötesindeki şeylerle oluşturulmuş bir durumda değildir. Kişinin iradesinin sınırları kapsamındaki eylemlerinin, kendi hür isteğiyle kararını alarak yapıp ettiklerinin bütünü, insan için daha belirleyici ve de önemlidir. İnsan akli kapasitelerinin ufku ve de gücü ile doğal sınırlarını zorlama ve aşma yeteneği sayesinde bugün bildiğimiz anlamda bir uygarlık ortaya koyarak yaratabilmiştir. İnsanın çevresini dönüştürmesi ve dönüşürken de yeni yeni ortaya çıkan koşullara kendini adapte edebilmesi insan için bir takım “doğal” özelliklerden çok daha önemli bir yer işgal eder ve aynı zamanda yaşamını sürdürmesini sağlar. İnsan en önemli vasfı durumundaki akıl gücü ile birlikte, değişim yaratıcı bir sistem oluşturmakta ve bunu başta coğrafya olmak üzere bir takım ‘doğal’ özelliklerini geride bırakarak yapmaktadır.
Tam olarak bu noktada “çevre psikolojisi” denilen alanın hem tanımı hem de çalışma alanı ortaya çıkmış olmaktadır. Toplumsal bir varlık olarak insanın kendisinden önceki nesillerinden farklı bir coğrafyada yaşayarak, oradaki yeni insan ve doğal çevresiyle kurduğu yeni ve son derece karmaşık ilişkilerde yeni bir hayat ortaya koyma çabası sürecindeki yapıp etmelerinin bütünü insan için tamamen yeni bir alandır. Bu yeni alan insanın zihinsel gücüyle şeklini verdiği bir yapıya kavuşur. Bu süreçte her bir yeni alana uyum sağlama konusunda gösterilen çaba ile birlikte uyum yeteneği kişinin zihinsel kapasitelerini geliştirir, ona daha önce görmediği türden yeni sorunlar karşısındaki çözüm ortaya koyucu alternatif durumların bir çeşit simülasyonunu yapmaya iter ve bunun sonucu olarak da onu güçlendirir.
Sonuç olarak ortak noktanın “insan” olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadan ve de aynı zamanda –sıklıkla yapıldığı gibi- herhangi bir ‘coğrafi fetişizm’e ve coğrafi basmakalıp kanılara fırsat vermeden, insan denilen canlının coğrafi sınırların yapaylığını aşabilecek kudret ve potansiyele sahip olduğunu unutmamakta fayda vardır. Zira aksi durum, insanı bir doğal özellik olarak doğum-yaşam coğrafyasıyla, değişimi sabitlikle olan ilişkisinde kaderle, kaderi de değişmezlikle doğrudan ilişkilendirerek, insanı aktif bir özne olarak değil, pasif bir etkilenen ‘şey’ olarak görmektedir. Bu durum da kişilerin aktifliğini ortadan kaldırmakta ve özne konumundan onu aşağı indirmektedir. Oysa insanların tarihsel süreç içerisinde özne olarak kendini kurması uzun bir çabanın ve tarihsel mirasın ürünüdür. Bundan geriye doğru gitmek ise, İnsanlık için hayırlı bir gelişme olmasa gerektir.
Bizi takip edin: