Dil ve Düşünce: Bir İkizlik Hâli
“Dilimiz eski bir kent gibi görülebilir: Küçük cadde ve meydanlardan, eski ve yeni evlerden, çeşitli dönemlerden ilavelerle evlerden bir labirent; ve bu, düzenli sokaklar ve aynı tarz evlerle çok sayıdaki yeni kasabalarla çevrilidir.”
(Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar)
Düşüncenin dışa vurumu ve dışarıya doğru aktarımı dil üzerinden ortaya çıkmaktadır. Dil ve düşünce: Bu iki kavram arasında doğrusal bir öncelik-sonralık ilişkisi kurmak da doğru olmayacaktır. Zira adeta birbirlerinin iç-dış edilmiş halleri gibidirler. Dile gelen bir şey, önceside bir tasarım olarak düşünülmüş olan şeydir. Tersten de doğru olarak, düşünülmüş olan da dil üzerinden ortaya konulan bir son üründür. Tam olarak bu yüzden, 20.yüzyılın özgün filozoflarından olan Ludwig Wittgenstein (1889-1951) “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” demektedir. Bu yazıda dil ve düşünce arasındaki ikizlik durumu dediğim şeye odaklanalım.
Dil denilen canlılık yetisi, insanı diğer canlılardan –yani hayvanlardan- ayıran en karakteristik özelliklerinin başında gelir. Onun sayesinde bir toplumsal ortaklık inşa ederiz, onun dolayımıyla adeta bir uygarlık kurarız ve anlaşırız. Dil işte bu denli önemle, bütün bunların hem zeminidir hem de işleyişinde merkezi konumdadır. Doğal olarak ‘işaret dili’ni de bu kapsama sokabiliriz elbette.
Düşünce ise en genel anlamıyla dile gelen şeylerin tamamıdır. Bu ikisi arasında öncelik-sonralık ilişkisinden ziyade, dışa vurulma ve dışa henüz vurulmamış olma ilişkisi vardır. Dil, elbette insanın zihnindeki şeylerin/tasarımların açığa çıkmasıdır. Açığa çıkmamış bir şey nasıl ki tam olarak var durumunda değilse, çeşitli biçim ve tarzlarla ortaya konmayan ‘ham’ şeyler de, tam olarak düşünce değildirler. Sözgelimi, somutlarsak: Bir bilimsel çalışmada ortaya konulan iddialara ya da fazlası bir bilimsel keşfe dair “daha önce bu benim aklıma gelmişti” demek pek geçerli bir iddia olmayacaktır. Ham haliyle bile olsa, “önce benim aklıma gelmişti” demenin açığa vurulmuş olması, diğer insanların da anlayabileceği bir biçimde kamuya doğrudan açıklanmış olması gerekirdi. Bu bağlamda Antik Yunan’ın iki temel filozofundan biri olan Aristoteles Nikomakhos’a Etik kitabında, eğer bir kişi iyi bir atlet olduğunu söylüyorsa, atletler arasındaki yarışlara da katılmış olması gerekir der. Bu demektir ki, hem yarışlara katılmayayım, hem de “iyi atletim” demenin bir anlamı yoktur. İddiaların bir biçimde ortak sınanma kategorileriyle sürece dâhil olması gerekmektedir. İşte dil de, düşüncenin bir anlamda ‘sınanma’ alanına denk gelmektedir burada. Dışı iç, içi de dış durumuna getiren bir süreçtir bu.
Dil ve düşünce arasındaki bu doğrudan ilişki, dile gelen bazı konularda toplumları daha hassas bir duruma getirmektedir. Dil maharetiyle dışarıya doğru çıkan bir şey, sadece anlamsız bir ses topluluğu değildir ve hatta doğal olarak ondan daha öte ve fazlasıdır. Arka planında olanca hacmiyle bir geniş düşünsel tortu yatmaktadır.
Örneğin bir cinse ya da gruba yönelik olarak aşağılayıcı bir sözcüğün dil üzerinden dışa vurumu, derinlerdeki bir düşüncenin damıtılmış hali olarak vücuda gelmiştir. Dil, soyut alandan somut alana geçişin bir son noktasıdır. Bu yüzden, içimizdeki şeylerin (saf haliyle düşünce) dışa çıkma sürecinde (açığa çıkan dil) her zaman çok daha özenli ve ihtiyatlı olmak gerekmektedir. İçimizde bir ‘ses’ olarak henüz dışa vurulmamış durumda iken bireysel bir ‘mal’ durumundayken, dışa çıktığında onun yapısı değişmiştir. Artık o bireysel bir yapıdan çıkıp kamusal bir içeriğe de bürünmektedir. Bundan dolayı da sorumluluğu daha fazladır.
Dil ve düşünce arasındaki ilişkinin olağan akışında sorunsuz bir tarzda işleyebilmesi de hayat kalitesi ve düzenliliği açısından önemli bir noktada gibi durmaktadır. Konuşmanın, yani seninle aynı duygulara ve anlama gücüne sahip başka bir akla, başka bir insana ‘içindekileri’ aktarmanın iyileştirici de olan bir yanı vardır.
Bu konuda Türkçede “içini dökmek” bir nevi başka insanların dolayımıyla iyileşmek, anlatınca kendini daha iyi hissetmek anlamına da gelmez mi zaten? Bu türden yerleşik deyimlerin arka planında yoğun yaşanmışlıklar ve deneyimlerin olduğunu unutmamak lazım. “İçini dökmek” hem düşünceyi hem de dili iyileştirir, zenginleştirir.
Bu arka planla birlikte, yalnızlaştırılmak ve izole edilmek en başta belki de bundan ötürü kötüdür. Düşünce dile getirilecek zemin ve muhatap bulamadığı zamanlarda, düşünüş süreci de akamete uğrar. Örneğin, insanlardan uzaklarda, yabani bir bölgede, hiçbir insanın olmadığı bir yerde kalan insanın yaşayış biçiminin değişeceği gibi, düşünme biçiminin de değişebileceği ayan beyan bellidir. Ayrıca eş zamanlı olarak konuşma yetisinin de zamanla kaybedilme ihtimali çok yüksektir. Konuşabilme nasıl ki toplumsal bir yapıya işaret ediyorsa, onu geliştirip devam ettirebilme de yine belirli bir toplumsallık içerisinde mümkündür. Düşünce dil ile dil ise toplumsallık ile aslî kanallarını bulmaktadır denilebilir.
Düşündüklerimizin somutlaşması olan kelimeler işte bu yüzden doğal çevre ile göbekten bağlıdır. Her birimizin çevremizin ürünleriyiz, onunla birlikte yaşıyor ve de gelişiyoruz. Ya da duruma göre, çevre koşullarının sonucu olarak köreliyoruz. Düşünce ve dil üzerinden bir rahatlama, bu iki yetiyi de çevreleyen ‘iklim’ ile doğrudan ilgilidir. Gelişip serpilebilme imkanı sunulduğu anlarda her ikisinin de parlayacağı aşikardır.
Bizi takip edin: