Fareler ve Özgürlük
Bazı anılar vardır, hatırlamak istemezsiniz. Gerçi isteseniz de detayları derinlere gömdüğünüzü fark edersiniz. Anlatamazsınız. Ben bakalım ne kadar başarabileceğim…
Fındıklı’da bir evde kalıyordum. Belki üç yüz basamak merdivenin tepesinde yapayalnız eski bir ev. Yirmi, yirmi bir yaşlarında. Delikanlı çağlarımın tam ortasında. Gözü pek, korkusuz bir savaşçı olduğum zamanlarda. Katıksız sevgi, saygı ve en önemlisi özgürlük için her şeyi terk ettiğim günlerde. Tıp fakültesi üçüncü sınıf, 12 Eylül henüz yaşanmakta… Aradığım her şey, özgürlük dâhil, âşık olduğum kadında saklı…
Şu anda elim klavyede derin derin düşünmekteyim… O karanlık gecelerde, tek odalı, duvarları yıkılmak üzere olan evde, kirli, yağ bağlamış çarşaflı tek bir somya, tek ayağı kırık tahta bir masa. Gıcırdayan dengesiz bir sandalyeden ibaret bir dekorda yaşamaktan öyle zevk almak nasıl bir şeydi?
Evet, geniş, köşeleri çatlak pencereden içeri bütün ihtişamı ile süzülen ay ışığı, İstanbul, Boğaz ve Kız Kulesi, Ah o Kız Kulesi. Hayata tutunmama yeterince güçlü bir nedendi… Ve pilli minicik radyom. Hicaz, Nihavent geçen yalnız geceler ve günler…
Nihayet korkunç gece yarıları… Kıpkırmızı, parlak, minicik hiç de dostça bakmayan o gözler… Sahip olduğum tek yiyecek bir torbada kapı koluna asılı ekmek parçalarını hedefleyen fare akınları… Aynı ekmeğe en az onlar kadar ihtiyacım olmasa her şeyi kendilerine teslim edebilirdim. Ama korku ve çaresizlik içinde başımı yorgana gömmek ve hışırtıların dinmesini beklemek.. Yapabileceğim tek şeydi. Ne var ki akınlar bitmek bilmeyecekti
Eşik altına kalın, sıkı bir takoz çakmıştım. Ama nafile, Peki fare zehiri? Ne yazık ki çok fazlaydılar ve aşırı zeki hayvanlardı.
Öyle çaresiz, öyle yalnız ve öyle korku dolu gecelerden sonra, koruyucu tek şey yavaş yavaş kendini gösterirdi… Güneş ışınları! Parlak, hayat dolu… Ümit veren korkuyu deviren yok eden güneş ışınları…
Büyük keyifle hazırladığım sabah kahvaltıları. Kapağı sıkıca örtülü peynir, zeytin, reçel ve… Ve geceden kalan farelerle paylaşmak zorunda kaldığım ekmek kırıntıları…
Kol büyüklüğünde lağım fareleri takoz sonrasında odaya giremezdi… Fındık farelerinden ne zarar gelirdi ki… Ekmek… Yenebilir miydi? Paramda yoktu ki… Her gün taze ekmek mümkün değildi…
Demek aşk, ruhsal ve zihinsel özgürlüğe giden öyle güçlü bir itki idi ki, açlık, yalnızlık, ,tehlikeler, fareler, her türlü ama her türlü fiziksel travmadan daha çok daha yücelerde bir duruşa el vermekteydi… Demek özgürlük savaşçıları için hapishaneler, evet, fiziksel tutsaklıktı ama öylesi yüce ruhlara zincir vurmak olanaksızdı.
İşte o günlerde, bir gece sürekli açık olan radyomda cunta liderlerinin tek dersten kalanların dahi yıl kaybedeceği ilan edilecekti. Şubat dönemine bırakılmış mikrop sınavına beş gün kalacaktı. Ve koca mikrobiyoloji sınavı beş günlük bir çalışma ile büyük hoca Ekrem Kadri Unat’ın soruları nereden soracağını kestirmek suretiyle, yoruldukça kız kulesinin değişik halleri seyredilerek verilecekti. Hayatımın en büyük başarılarından olarak anılarımda yerini alacaktı anlayacağınız.
Demek özgür olmak yaratıcılıktı. Yaşama sevinciydi. Yılmaz bir enerjiydi.
Yıllar sonra Victor Hugo kulağıma sevgilin için her şeyi terk edebilmeli ama özgürlüğün için onu da terk etmeyi başarabilmelisin diyecekti…
Haklıydı büyük usta…
Ev mi? 12 Eylül kaçağı bazı dostlar dâhil, birçok öğrenciye yuva olmaya devam edecekti. Şimdi bazen önünden geçerken görüyorum ki yıkılmış ve yerine gayet havalı bir apartman dikilmiş. Adeta şehrin genel silüetine tutsak olmuş, şeklen güzelleşmiş ama özgürlüğü elinden alınmış gibi…
O günlerden söz ettiğim değerli bir dostum “seni çok iyi korumuş” dedi. “Kim?” dedim. Durdu “Tabiat” dedi.
Ben ise içimden Rabbime şükürler olsun demeden geçemeyeceğim. O zamanlardan bu zamanlara vesselam…
Bizi takip edin: