“Gülün Adı” ya da Dogmaya Karşı Gerçeklik Tutkusu
En baştan söyleyeyim, bu yazı Umberto Eco’nun 1980 tarihli Gülün Adı romanına ve ondan uyarlanan 1986 tarihli Jean-Jacques Annaud’un yönetmenliğini yaptığı aynı adlı filme dair spoiler/içerik bilgileri içermektedir.
Umbert Eco (1932-2016) çağımızın en önemli entelektüel/akademisyenlerinden biriydi. Esas itibarıyla Orta Çağ felsefesi, tarihi, kültürü, Hıristiyanlık tarihi alanlarında uzman olmakla birlikte, dilbilim ve felsefe de temel çalışma alanıydı aynı zamanda. Eco’nun geniş bir yelpaze içerisinde geride bıraktığı akademik miras hayli hacimli boyutlardadır. Bununla birlikte, bütün bunların arasında Gülün Adı romanı hem içeriğinin gücü hem de dünya genelindeki yaygınlığı ile birlikte düşünüldüğünde, biraz daha fazla ön plana çıkmaktadır. Latincede “magnus opum” dedikleri, yani “en büyük iş” anlamındaki deyişin işaret ettiği gibi, bazen tek bir eserin gücü, ortaya konan eserlerin toplamından daha fazla etki yapabilmektedir.
Hem edebi bir eser hem de bir sinema ürünü olarak Gülün Adı artık klasikleşmiş bir çalışma konumundadır. Ele aldığı ve izini sürdüğü konuyla, (film için) oyunculuklarıyla, diyaloglarla, oluşturulan tarihsel atmosferle… genel olarak bütünlüklü meselesiyle tam bir başyapıttır bu eser. Ancak her “klasik” konumundaki eser için geçerli olduğu üzere, belirli bir düzeyde arka plan bilgisini de şart koşmaktadır. Eserin işlediği merkezi problemlerini ana hatlarıyla bilmek, onun ele aldığı konuya yetkinlikle nüfuz edebilmeyi de kolaylaştırmaktadır. Tartışmaların arka planına dair bilgi sahibi olunmadığı takdirde, anlamsız simge ve sözcükler olarak görünmeleri de oldukça olasıdır. Örneğin manastır kulesindeki gizli kütüphane bölümünde bulunan metnin Jorge tarafından yakıldığı sahnede, baş karakter olan Fransisken rahip William ile manastarın “gelenek”in temsilcisi durumundaki kıdemli rahibi Jorge arasındaki metin-gerçeklik tartışması, Orta Çağ düşünce dünyasındaki tümeller tartışmasının ta kendisidir esasında. O diyalogu daha iyi kavramak için, ana hatlarıyla tümeller tartışmasını bilmek gerekmektedir.
Roman/film -bundan sonra “film” diyeceğim- Orta Çağ’ın sonlarına doğru, 1327 yılında bir manastırda olanlara odaklanmaktadır. Manastırda esrarengiz cinayetler işlenmektedir, bunun neden olduğunu, bu cinayetlerin katillerinin kim olduğu ise bir türlü bulamamaktadırlar. William bu konuyu açıklığa kavuşturmak için gelmiştir manastıra, çırağı ile birlikte. Manastırın güç sahibi konumundaki herkesin bildiği, aslında gizleme konusunda ortaklaştığı bir cinayetler dizisidir açıklığa kavuşturulması beklenen. Yayılmasını, hatta konuşulmasını bile istemedikleri bir konu vardır. Aslında bir kitap bölümüdür bu.
Klasik Yunan filozoflarından Aristoteles’in estetik üzerine olan Poetika kitabının bir parçası ya da devamı olarak görülebilecek, komedya konusudur temel mesele. Bilindiği gibi Aristoteles’in metinleri çeşitli dolayımlardan geçtikten sonradan sistematik hale getirilerek oluşturulmuştur Batı kanonunda. Bu esnada bazı metinlerin kaybolduğu ya da bilerek gizlenmiş olması olası görünmektedir. Aristoteles’i ancak kilise ve kilise araştırmacılarının çizdikleri sınırlar ve dolayımlarla okumak, böyle bir soruna açık kapı bırakmaktadır. Örneğin dönemin bir tartışması olarak kilise, gülmeyi, kahkahayı, eğlenceyi vb. şeyleri şeytanilikle ilişkilendirerek yasaklamıştır. Bu yasağı esas itibarıyla Aristoteles’e dayandırdıkları söylenir. Gülmek şeytani bir şey değildir diyenler, Aristoteles’in de komedya yazmış olduğuna vurgu yaparlar, ancak bu metni ne gören vardır ne de okuyan. İşte manastırın kütüphanesinde bu metnin dünyadaki tek örneğinin olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bu metin kule bölümünde labirent şeklindeki gizli kütüphanenin raflarındadır ve sayfaları zehirli mürekkeple bezelidir. Bu bölüme girmek yasaktır, bir şekilde girip metni eline alıp sayfaları çevirenler, zehirlenerek ölmektedirler. “Dogma” konumundaki bir şeyin bu konumunu korumak, artık içeriğin bile önüne geçmiştir.
Kilise statükosu (ya da Papalık) yerleşik bir norm haline getirdiği gülme yasağı konusunda tereddüt oluşturabilecek bir zemine bile asla izin vermemektedir. Dogma durumuna gelmiş bir şeyin konumunu değiştirmek çabası değil, onu tartışmak bile yasaklıdır. Gerçeğin tutkuyla peşine düşen Fransisken William ise, manastırda gizlenmesi konusunda ortaklık olan şeye dair pandoranın kutusunu açabilmek için adeta bir dedektif gibi çalışmakta, kıvrak zekasını kullanmaktadır. Dogma güçlü gibi görünse de, gerçeklik karşısındaki tutku da en az onun kadar güçlü bir motivasyon kaynağıdır. William ve çırağı manastırın gizemini, kültür ve uygarlık tarihinin çeşitli ana motifleriyle birlikte tartışmakta ve sonunda gerçeği açığa çıkarmaktadırlar.
Filmin gerçekten yoğun sembollerle güçlü bir anlatım tarzı vardır. Örneğin: Şeytanla iş birliği yaptıkları suçlamasıyla öldürülecek olan kişilerin idamları sırasında, yoksul köylülerden birinin, suçlu oldukları söylenen kişilerin infaz anında, Engizisyon temsilcisi olan kişiye karşı eline bir taş alması; manastır kulesi alev alev yanarken engizisyon temsilcisinin arabasına binip kaçması ve sonrasında arabanın çamura saplandığı anda, köylülerden yardım istemesi ama onların yardım etmek bir yana arabayı uçurumdan aşağıya atması… ve daha nice etkileyici sahneleri film boyunca görmek mümkündür. Bu anlamda bu film uygarlık, din ve toplumsal tarih verileri olmaksızın gerçekten asıl anlamını kavrayamayacak kadar hacimli bir eserdir. Manastır mutfağının yiyeceklerle ve ambarlarının tıka baka buğdayla dolu olması, ancak insanların korkunç bir sefalet içerisinde yaşamak zorunda bırakılması bile başlı başına ayrı ve hacimli bir konudur elbette. Yerleşik kilisenin şatafatına karşın manastırdan dökülen çürük sebzeleri toplamak için birbirleriyle yarışmaktadır insanlar. Tam bu sahnede tipik bir Fransisken rahip olarak William’ın cümlesi çok etkileyicidir: “Kilisenin fakirlere yaptığı cömert bir bağış daha (…) artık şeytana ihtiyaç yok”.
Bir dönemin bütün sembol ve problemlerinin ele alındığı Gülün Adı kitabı ve filmi her yönüyle klasik sıfatını hak etmektedir. Hıristiyanlık ekollerinin dine ve dünyaya bakışlarındaki ayrım noktalarından, felsefenin de temel problemi olarak, bilginin nasıl oluştuğu ve değiştiği konusuna dair tartışmalara dair, pek çok derinlikli tartışmayı görmek mümkündür. Rahip Jorge bilginin gelişme ve ilerleme gibi hiçbir yanı olmadığını ısrarla vurgularken, William değişme, gelişme ve ilerlemeden dem vurmaktadır. Bir kanat dogma’nın sözcüsü durumundayken, diğer taraf gerçekliğin ve onun oluşturduğu tutkunun peşindedir.
En son olarak, filmin final sahnesi olarak manastırın yerle bir edilmesi, “dogma”nın tamamen dağıtılması, yoksul köylülerin manastırı adeta yağmalaması ve usta ve çırak iki Fransisken’in eşeklerine binerek renksiz cübbeleriyle yollarına devam etmeleri, mütevazı ancak etkili bir sahnedir. Bir dogmanın etrafındaki cinayetleri açıklığa kavuşturmanın ve gerçeği açığa çıkarmanın verdiği dinginlikle yol almaktadır karakterler. Dogmadan kurtulmak huzur/dinginlik verir ve insanı özgürleştirir mesajını açıklıkla vermektedir yazar ve yönetmen.
Bizi takip edin: