Marmara Denizi’nin İncilerinden Birbirinden Bağımsız Yaşamlar; Büyükada ile Başlayalım mı, Ne Dersiniz?
Doğan Yayınları’ndan çıkan “Yaşam Sonsuz Değildir” kitabımın basılması, yayımlanması, lansmanı, imza günü, hatta ikinci baskı süreci derken istemeden de olsa makalelerime uzun bir süre ara vermek zorunda kaldım.
Peki, bu kez keyifli bir konuyu ele alarak, Büyükada’yı anlatarak kaldığımız yerden devam etmeye var mısınız?
“Neden Büyükada?” diye soracak olursanız, belki de son zamanlarda sık sık ziyaret ettiğimden dolayı tekrar yazı yazmak konusunda beni çok etkilediği, böylece hem huzurum hem de özgürlüğüm olduğu için diyebilirim.
Büyükada’nın en tepesinde yer alan Aya Yorgi Manastırı’ndan aşağıya doğru baktığımda orada yaşayan Müslüman Türklerin, Musevi Yahudilerin ve Hristiyan Rum ve Ermenilerin ortak bir yanları olduğunu gördüm. Bu da adadaki her bireyin bir diğerine saygı duyarak yaşıyor olmasıydı.
Ziyaretlerim sırasında bu duyguyu daha kolay sahiplenmemi sağlayan, ada halkıyla yaptığım sohbetler oldu. Belki daha önce de bahsetmiş olabilirim, benim bir şeyler yazabilmem için olayların, kişilerin, yaşamın içinde yer almam gerekiyor, ben ancak o zaman yazabiliyorum ve yine öyle oldu. Deniz taksiyle bir saatlik mesafeden sonra İstanbul’dan ayrılmış gibi oluyorum. Adaya iner inmez kendimde duyduğum, bana yaşattığı en büyük hissiyatın özgürlük olduğunu söyleyebilirim.
Adanın içinde gezinirken kahvehanelerde oturan yaşlı insanların sohbetlerini önceleri uzaktan izlemeye çalıştım ama daha sonra aralarına katıldım.
Çoğunluğu erkekti, nasıl karşılayacaklarından endişelendim ama özellikle Musevi olan Moşe ile çok iyi anlaştık. Paskalyada da beni aralarında görmekten çok hoşlanacaklarını söylediler. Ayrıca bisikletle adanın içinde turlamayı önerdiler. Bisikletlerin önlerindeki sepetlere konulmuş rengârenk çiçekler o kadar çekici görünüyordu ki ben bisikletle adanın yokuşlarını çıkamayacak olmamın mutsuzluğunu yaşadım. Yüzlerce bisiklet önlerindeki çiçeklerle âdeta bir renk cümbüşü yaratıyordu.
Daha sonra kendi kendime “Serap, adanın güzelliklerini yürüyerek de görebilirsin, mesele ne? Hadi bakalım, tabana kuvvet!” dedim ve yola koyuldum.
Paskalya dönemindeki ziyaretimde daha önceden tanıdığım Zizi’nin davetiyle katıldığım bir kahve sohbetinde hediye edilen rengârenk boyalı Paskalya yumurtaları ve Paskalya çöreği sunumu da çok güzeldi. Düşünebiliyor musunuz, aynı masanın etrafında kahve içilen bir ortamda farklı dinlerden, farklı milletlerden dört kadındık. Ben Türk, Keti Rum, Zizi Ermeni ve Röne Yahudi’ydi. Denizin koyu mavisine, gökyüzünün soluk grisine rağmen sohbetin keyfini nasıl da güzel çıkarıyorduk. Paskalya genellikle nisan ayına denk geldiği için artık adaya gelme nedenimin sadece yaz mevsimi olmamasının güzelliğini yaşattılar bana. Tabii bu arada Paskalya yumurtalarını ve çöreklerini de kapıp afiyetle yedim.
Büyükada’da ben hangi dokuyu yakalıyorum, biliyor musunuz? Eski İstanbul’un dokusunu yakalıyorum. Sonra kendi kendime düşünüyorum, günlük hayatımda da İstanbul’daki kafelerin, kahvehanelerin önünden geçerken oralarda oturan insanları görüyorum ama oralar bana adadakiler kadar cazip gelmiyor. Peki, neden? Aslında insanlardan, kişilerden değil, tamamıyla yaşanan toplumsal sorunlardan dolayı İstanbul’dan uzak olmak beni kendine çekiyor. Tabii ki adanın yerlilerinin de mutlaka kendilerine göre sıkıntıları, onların da anlatmak, dile getirmek istedikleri sorunları vardır. Ama bence önemli olan farklı milletlere, dinlere mensup insanların aynı görüş altında toplanmalarıdır. Bana cazip gelen de işte bu olmalı.
Aya Yorgi Kilisesi’nde pazar günleri yapılan ayinlere dışarıdan gelenler de, yerli halk da çok önem veriyor ve çok özen gösteriyorlar. Her dinden insanın mumlar yakarak dilekler dilediğini görüyorum. Özellikle yaşlılara, çocuklara, can dostlarımız hayvanlara yapılan zulümler benim en çok üzüldüğüm konuların başında geliyor. Bu konuyla birlikte kilisedeki insanların yanlış olan her şey için gökyüzüne bakıp “Ne olur düzelsin” deyişlerini hep görmek istiyorum. Oradakiler mumları yakarken ben de ellerimi gökyüzüne açıp “Bütün bu güzel dilekleri kabul et” diyerek dualarımla onlara katılıyorum.
Son ziyaretimde Moşe “Bu akşam ateş yakalım, hem etrafında oturup sohbet ederiz hem de size adayla ilgili bilgiler veririm” dedi. Sonra tüm samimiyetiyle “Adayı daha iyi tanımanızı sağlayacaksam ne mutlu bana” diye ekledi.
Ben de aynı samimiyetle “O zaman bu akşam görüşmek üzere Moşe” diyerek cevap verdim.
Tıpkı ilk kitabımı yazma sürecimde olduğu gibi Büyükada hakkında yeni bir kitap yazma projemle ilgili de kendiliğinden gelişen bir büyüme yaşanıyordu.
Her görüşmemizde Moşe’nin bana özveriyle yaklaşıp sorduğum tüm sorulara bıkmadan usanmadan cevaplar vermesi beni geçmişe döndürüp sevgili dostum Dimitri’yi hatırlattı. Bunun nedeni çok uzun zamandır görmediğim Dimitri için ruhumda taşıdığım özlem olmalıydı.
Yine her zaman söylediğim şeyin arkasındayım; yüreğinizde sevgiyi taşıyorsanız, başkalarına yaşattığınız sevgi kadar saygı görürsünüz. Elbette ki bunu kabullenmeyen de olabilir, onlara da saygı duyuyorum ama ben Büyükada’da karşılaştığım, masalarına, ateşlerine konuk oldum insanlarda da bunu yakaladım.
Bir sonraki toplantımız yine adalı dostlarımdan Sara’nın evinde olacak ama gelin görün ki ben hiç istemediğim halde yine hastane programım nedeniyle epey uzun bir süre İstanbul’da kalmak zorundayım. Ve yine kendimi elimden özgürlüğüm alınmış gibi hissediyorum.
Geçenlerde karşıma çok güzel bir paylaşım çıktı: “Ruhlar kalıcılıklarını yaşama kattıklarıyla sağlar.” Belki ben de yarım kalmışlıklarımı burada tamamlarım. Hayatın güzellikleri o kadar çok ki… Bir sonraki makalemizde o “çok”lardan bir başkasını daha yaşayalım mı, ne dersiniz? Ben kocaman bir “Evet!” diyorum. Eğer yarın yoksa, varsa da biz bilmiyoruz, o zaman sorun ne? Keşfetmeye devam.
Sevgiler…
Bizi takip edin: