Merak ve İnsanın Gelişimi

Tam olarak ne olduğunu, nasıl işlediğini tarif etmenin güç olduğu bir şey olan merak duygusuna sahip olmak insanlar için kötü bir şey midir? İnsan-lar için çeşitli biçimlerde zararı olan bir kötü arayış mıdır? Bu yazımızda merak ve insanın/insanlığın gelişimi arasında olduğuna inandığım pozitif yönlü ilişkiye ve konuya odaklanalım.
Yaşadığı küçük doğal çevreden çıkması, başka bir yeri ilk önce zihninde hayal ederek canlandırması, hali hazırda mevcut olan şeylerle hiçbir zaman yetinmemesi ve yeniyi araması… gibi özellikler, bütün bir insanlık tarihindeki en büyük ve kökten değişimlerin ilk hareket noktasıdır. Bu güçlü dürtü ve/ya duyguya kısaca “merak” denilmektedir. Bilimdeki ve uygarlıktaki gelişimlerin ve büyük değişimlerin temel kaynağı bu güçlü duygulanımdır, sonsuz bir şekilde kaynayan merak etmedir.
Eğer atalarımız olan insanlar yaşadıkları küçük yaşam çevrelerinden hiç çıkmamış olsalardı, yaşam pratiklerimizde yeni herhangi bir şey oluşamazdı. Hatta çok büyük ihtimalle şu anki ‘biz’ bile ortaya çıkamazdı. O küçük topluluk halleriyle kalırlar, yeni bir şeyin oluşmasına neden olacak hareketler içerisinde de olamazlardı. Bunun sonucunda da her şey adeta donarak olduğu gibi bir sabitlikte kalırdı, uygarlık dediğimiz de elbette ki gelişemezdi. Evet açıklıkla söylenebilir ki, bütün bunların kaynağında merak etme vardır, merak duygusu gelişimin adeta ikiz kardeşidir. Gelişimin ve değişimin kaynağında ilk olarak temel ve somut ihtiyaçlar varsa, ikinci olarak da merak duygusu vardır. Bu böyle olmamış olsaydı ve insan kendi büyüklerinden gördüklerinin biricik gerçek olduğunu her zaman düşünmüş olsaydı, kuşaklar arasındaki farktan beslenen gelişim nasıl olabilirdi? Burada tabir caizse “yaramaz çocuk” olmak ve doğal çevrenin göstererek belirlediği sınırların dışına çıkabilmek, keşiflerin de kaynağındaki motivasyonla esastan aynı şeydir. ‘Norm’ olandan sapma, her zaman kötü şeylere sebebiyet veren bir ilke olmadığı gibi, çoğu zaman da gelişmelerin, keşiflerin kaynağıdır.
Bilim tarihinden bir somut örnek ile devam edelim. Canlılık tarihini açıklamaya girişen en önemli olay nedir diye sorsa biri, herhalde pek çok kişi evrim sürecinin keşfidir diyecektir. Bu keşif nasıl oldu peki? Charles Darwin’in çeşitli türdeki canlıların değişiminde olanları merak etmesi, farklı olanların bu farklılığının kaynağını bulmaya çalışarak çabalaması ve ancak sadece merakla sınırlı kalmadan, araştırma yöntemleriyle merakının peşine düşmesi büyük bir çığır açıcı olay oldu. Bu türden keşiflerde merak bir ilk hareket kaynağıdır elbette, ancak bilimin yöntemleriyle güçlendirildiği zaman ve sistemli bir çabanın eşliğinde bir neticeye varabilir, aksi halde bir taslak merak olarak kalacaktır. Darwin canlıların değişimini merak etti, türlerin değişimini, farklılaşmasını, genel anlamda kökenlerini, gelişen veya körelen vücut uzuvlarını araştırdı ve sonunda ortaya bir gelişim süreci sistemi koydu. Ne olduğundan, detaylarından bağımsız olarak, burada odaklandığımız nokta, onun ortaya koyduğu çalışmanın itici gücü olarak merak duygusunun varlığıdır. Eğer merak etmeseydi, bilimsel bir gelişmenin zemini bile oluşamazdı. Gündelik küçük çıkar ve faydacılıklardan ve de kısa vadeli kar hedeflerinden bambaşka bir kulvarda ilerleyen bir merak bu.
Niçin? Bilmek, öğrenmek, aktarmak ve keşfetmek için. Hepsi bundan ibaret. Bilgiye erişmek, ona nüfuz etmekten öte diğer sonuçlar detay durumundadır. Ancak aynı zamanda bütün bu süreç adeta bir terapi işlevi de görebilecek şeylerdir. Kişi önce kendi benliğini keşfederek, kendini yetenekleriyle yaptığı işlerden haz almaya vererek, eş zamanlı olarak çevresindeki ilgili kişileri de besleyecektir. İnsanlar niçin yazı yazar, dersler verir, kurgu romanlar oluşturur? Yazma sürecindeki meraklarının peşine düşerler ve kurgu yaparlar, o kurgunun etrafında yeni bir dünya oluşur. Ortaklaşan merak duygusu etrafında yeni bir topluluk oluşacak ve benzeri bir hedefe yönelmenin kendisi kişiye ayrı bir dinginlik verecektir. Bu meraktan kaynaklanan yeni durum gelişimin de kaynağı olacaktır.
Bu bağlam içerisinde geçtiğimiz yüzyılın en önemli gezgin düşünürlerinden biri olan Şevket Süreyya Aydemir, insanî merak ve onunla doğrudan ilgili olarak arayış halinde olmaya dair şunları söylüyordu: “Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın peşinde ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.” (Suyu Arayan Adam, syf408).
Galiba son derece haklı ve yerinde bir tespittir bu. Zira sonu gelmeyen bir merakla kamçılanan bir arayış tutkusunun sonunda (eğer bir sonu varsa) bir değişim-gelişim olacağı konusu net olarak kesindir. Bu büyük bir değişimler ağı olmasa bile, insanın kendinin değişiminin ilk hareket noktası olacaktır. Buna da çok küçük bir değişim demek pek mümkün değil aslında ya…
Bir merceğin ucundan bütün bir dünyayı izleyebilecek genişlikteki bir merak, gerçekten bütün bir dünyayı anlama, yorumla ve geliştirmenin sağlam bir ilk adımı olabilecek gücü içerisinde daima barındırır. Bazı zamanlar burnumuzun dibindeki şeyleri göremesek bile, ufkun sonsuzluğu ile dünyayı keşfetmenin sonunda o hemen yanı başımızdaki gerçekliği de keşfetmiş oluruz. Gözümüz hep o mercekte ve o ufuktaki yeni yerlerde olsun, merakımız ve gelişme arzumuz hiçbir zaman bitmesin…. Sürekli canlı olan, kendini bir biçimde sürekli olarak yenileyen bu yaşamın kaynağı ve yeni şeylerin oluşum gücü bu meraktan fışkırmaktadır. Merakımız daim olsun!
Bizi takip edin: