Sanat ve Toplumsal Alımlanışı Üzerine
Geçtiğimiz günlerde beş yıl önce vefat eden Müslüm Gürses’in çocukluktan itibaren yaşam öyküsüne odaklanan “Müslüm” filmi gösterime girdi. Büyük ihtimalle ülkenin bütün kentlerindeki salonlarda yapılan gösterimlerinde milyonlarca kişi bu filmi izledi. Gösterimler devam ettiği için bu satırlar yazılırken de pek çok insan izlemeye devam ediyor. “Müslüm” filminin tetikleyiciliği üzerinden, sanat/sanatçı ile eserlerinin dolayımıyla geniş kitlelerle kurduğu ilişkinin yapısını ele alalım. “Müslüm” neden bu kadar sevildi ya da bazı şiir, roman ya da filmler çıkış tarihleri üzerinden onlarca yıl (bazı örneklerde binlerce!) geçtikten sonra nasıl güncelliğini korumayı başarabiliyorlar? Bunun nasıl bir anlamı var?
“Müslüm” filmine girmeden önce, iki yazar üzerinden, edebiyatla bu büyük ve de zor soruya yanıt aramaya çalışalım: Sabahattin Ali ve Sait Faik Abasıyanık. Türkçe edebiyatın iki duayen ismi olarak, bu yazarların metinleri klasik sıfatını fazlasıyla hak etmektedir. Sabahattin Ali’nin hem öykülerinde hem de romanlarında anlatılan ‘kurgusal’ gerçekliğin toplumsal düzeyde hiçbir karşılığının olmadığını söylemek mümkün müdür? Ege kasabalarındaki yoksulluk hikâyelerinden, geleneksek hayatın baskıcı yanlarından büyükşehirlerin kalabalıkları arasındaki insanların yapmacıklıklarına değin anlatılan şeylerin çarpıcı gücü, onların ya olmuş ya da olabilecek olmasındaki potansiyel yanlardan kaynaklanmaktadır. Hayatının bir aşamasında Ali’nin metinlerinde tasvir edilen köylerden birinde bulunmuş ya da büyükşehirlerdeki o yabancılaşma anına bir küçük an bile olsa kapılmış kimseler, bu metinlerdeki karakterlerin yerlerine bir anlamıyla kendilerini koymakta ve öyküyü kendi benlikleri üzerinden yeniden kurmaktadırlar. İşte bu her bir kişide yeniden ve yeniden kurulan metin, bu yönü itibarıyla artık yazarın amaç ve içeriğinden daha geniş bir içeriğe de bürünmektedir. Bir yazarın toplumsal alanda hiç unutulmadan sürekli canlı kalabilmesinin başlıca nedenleri arasında, bu yeniden kurulma durumu herhalde üst sıralarda gelmektedir. Bir metnin gücü, her bir bireyin metnin içine bir biçimde girebilmesi ve kendine orada bir yer bulabilmesiyle oluşur. Bu yaratılmış gerçekliğin tamamının ya da bir diliminin bir parçası olmak, bir zihinsel faaliyet olarak ruhu da besleyici, kılcal bir düzeyde de olsa onu geliştirici bir ‘egzersiz’ de olsa gerektir. Zira insan bu kurgusal dünyaların parçası olma ‘oyunu’ndan büyük bir ‘entelektüel haz’ almaktadır ve bu haz ruhu iyileştirici bir temel gıda işlevi görür. Edebiyat ile toplumsal özneler arasındaki etkileşimin sacayağını bu nokta oluşturur.
Ali’den sonra Sait Faik öyküleri edebi sanat eserleri arasında istisnai özgünlükte bir konuma sahiptir. Faik’in öykülerindeki kent insanları, Adalardaki balıkçılar, İstanbul’un Hıristiyan nüfusundan insanların gündelik yaşamları bir bütünlüklü yapı oluştururlar. Faik metinlerinin içine İstanbul’la yolu kesişmiş herkesi hem davet hem de dâhil eder, bir meyhane ya da bir kayık ile herkesin kendinden, kendi kurduğu İstanbul’dan bir parça bulması mümkündür onlarda. Bu ucu açıklık, Faik metinlerinin güçlü ve canlı kalması sağlayan yandır. Sonuçta edebiyat türündeki sanat eserleri, okuyuculara kendi kurduğu yeni dünyada yer verebildiği ölçüde kuşakları aşan düzeyde kalıcılık sağlamaktadır. Tema ve ana kaygılar sanat eserinin ömrünü belirleyici karakteristik özelliklerdir. Benzeri bir şeyin sinema için de geçerli olduğunu belirterek, “Müslüm” üzerinden bir çerçeve oluşturabiliriz.
Bilindiği gibi 1953 yılında doğan Müslüm Gürses, çocukluğu ve de ilk gençliği bir göç ve çeşitlilik kenti olan Adana’da geçmiş bir insandır. Çukurova yalnızca tarım için değil, bütün bir kültürel alanda da son derece bereketli-verimli topraklar olduğunu Gürses örneğinde de gösterir. 60’lar ve 70’lerin zorlu hayat şartları arasında önce hayata tutunmaya sonra ise tutkuyla bağlı olduğu işi yapmaya çalışan bir gencin hikâyesi nasıl oluyor da milyonlarca insanın hayatına etkili bir duygusal yoğunlukta dokunuyor, herkesin üzerinde bir parça iz bırakabiliyor? Bu genel olarak sanat eserlerinin, konumuz özelinde ise sanatçının toplumsal alımlanışı ile açıklanabilir bir olgu gibi görünmektedir.
Yukarıda kısaca ele alınan yazar ve edebiyat eserleri örneklerinde işaret edildiği gibi, herhangi bir sanat eserinin içine nüfuz edebilme olanağı arttıkça, anlatılan konu merkezdeki yaratıcı olarak sanatçı kişiliğinin bireyselliğinden çıkarak, adeta toplumsal bir fenomen durumuna geliyor. Bu noktadan itibaren artık sadece yazar değil yazarın yazdıklarını okuyanlar da bağımsız ve canlı birer karakter olarak var oluyor; yalnızca sanatçı değil, onun eserlerinin merkezinde duran dert ve de kaygıları toplumsal düzlemde karşılık buluyor, hatta belki tema, sanatçının bile önüne geçiyor. Tam olarak burada örneğin ‘Müslüm Baba’ derinlerden gelen bir edayla “itirazım var” dediğinde ve hemen devamında “hep yenilmeye mahkûm muyum? / hep ezilmeye mecbur muyum?” diye sorduğunda, artık kişi olarak Müslüm olmanın çok çok ötesine geçiyor, bireysellik sınırlarını aşıyor ve çok daha geniş bir içerikle bir şarkıdan ziyade ‘dert’ olarak toplumsal alımlanış sürecini güçlü bir tonda başlatmış oluyor. İşte bu noktadan sonra kişi bir anlamıyla ikincil konuma gelirken, ana tema birinci konuma yükseliyor. “Yenilmişler”, “ezilmişler”, “kaybetmişler” vb. insanlar anlatılan hikâyelerde kendilerini birer karakter olarak kuruyorlar.
“15 dakikalık ünlülük” çağında sanat eserleri ve sanatçılar için kalıcılık ve toplumsal alan içerisinde adeta kartopu şeklinde büyümenin asli nedeni bu nokta, yani toplumsal sorunlara temas etme yeteneği olsa gerektir. Müslüm Gürses bir toplumsal derdi olup olmamasından bağımsız olarak-filmde gösterilen hayat öyküsüne baktığımızda böyle bir arka planın olduğu belli-, böyle alımlanıyor ve onu dinleyenler hayatın kaygılarını, sorunlarını en açık biçimleriyle aktardığı, bir anlamıyla kendi sesleri olduğu için ona hayranlık duyuyorlar. Dile getirilmeyen, umursanmayan, varlıkları ya da yokluklarıyla kimsenin ilgilenmediği durumdaki geniş kitlelerin hayatlarına projeksiyon tutuyor o. Bu durum sanat eserinde ve elbette sanatçıda kendini bulan kitlelerin güçlü kolektif belleğiyle her bir zaman diliminde yeniden kuruluyor. Sanatın toplumsal alandaki somut sorunlar karşısındaki pozisyonu, onun kalıcılığı noktasında belirleyici bir öneme sahip oluyor. Karl Marx’ın “Anlatılan senin hikayendir” dediği gibi, sanat eserlerindeki temalar her bir bireyin zihninde kendi hikayesinin formatına sokuluyor ve dolaşıma giriyor. Zihinsel bir yaratıcılıkla, sonsuz olasılıkla şekillenen eserler böylece ölümsüz bir yapıya giriyor. Eseri alımlayan insanlar, esere son şeklini verebilme gücünü de taşıyorlar.
Bizi takip edin: